İzlemek için:
Ali Bey, Yılmaz Özdil ve Özgür Özel arasında bir tartışma var. Özgür Özel, en son çıktığı bir yayında şunu söyledi: “Geçmişte ‘bidon kafa’ diye köşe yazısı yazmış arkadaş seçimin ertesi günü. Bir yerde sular kesilmiş, hadi bakalım bidon kafalılar, bu iktidarı siz seçtiniz, şimdi gidin su sırasına girin diyor.” Bu zihniyete karşı olduğunu ve eleştirdiğini söyledi. Ve en sonunda, “Bu içine girdiğimiz süreç (yani Erdoğan’la diyalog süreci) ne sorunları çözer, ne tartışmaları bitirir, ne de biz gidip AK Parti ile koalisyon kurarız” dedi. Yılmaz Özdil, birkaç paylaşımda bulundu ve dedi ki: “Bana attığın bu iftiraları sana yedireceğim.” Başka bir paylaşımda ise, “Bana milletvekiliyken yıllarca Yılmaz abi diyen Özgür Özel, şimdi niye çıkıp iftira attığını -gözlüğü çıkardın ama- gözüne sokacağım” dedi. Ali Bey, bu tartışmanın dili çok sert, içerik ve konu bakımından siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu, belki başka kişiler arası polemiğe müdahil olmak çok şık görünmeyebilir. Bununla birlikte söz konusu olan, bir ana muhalefet partisi başkanıyla bir köşe yazarının ya da bir YouTube programcısının girdiği, siyasi göndermeleri derin olan bir tartışma. Hem içerik hem şekil bakımından herkesi biraz ilgilendiriyor.
Önce içerik bakımından şunu söyleyeyim: Hikaye, Yılmaz Özdil’in, yani belli bir görüşü, çok dar bir Kemalist bakış açısını, kimlikçi dışlayıcı bir politik pozisyonu benimsemiş bir yazarın, bu konuda esnek davranan bir siyasi parti liderine yönelik salvoları ile başladı. Bu, bir tespit ya da belli ölçüler içerisinde bir eleştiriden çok, tahkir edici, hafif alay edici bir dil üstünden gelişti. Bu, Yılmaz Özdil’in bidon kafalılar diye gördüğü bir kesime Özel’in değmeye çalışmasına yönelik, sert ve anlamsız bir itirazdı. Özdil, Özgür Özel’in Erdoğan’la görüşmesinin anlamsız ve tehlikeli olduğunu söylüyor, CHP liderine yükleniyordu. Bu açıdan baktığımız zaman açıktır ki bu tartışmada Özdil, sadece kimlikçi bir bakış açısını değil, öteki kimliği dışlayan, aşağılayan, küçümseyen bir bakış açısını temsil ediyor. Özgür Özel ise, Kılıçdaroğlu’nun geliştirmeye çalıştığı, kültür savaşlarına son veren, karşı duran bir Cumhuriyet Halk Partisi imajını ve politikalarını derinleştirmeye çalışıyor. Dolayısıyla karşı taraf tabirini, karşı kimlik tabirini ya da bakış açısını kullanmıyor. Başka partilere oy veren kişileri, kesimleri de kucaklamaya çalışan, onlarla da kendi seçmenleri kadar eşit bir ilişki kurmaya çalışan bir politika izlemeye gayret ediyor. Tabii bunlara baktığımız zaman çok açık bir şekilde olması gereken dünyanın gidişi, Türkiye’nin gidişi, Özgür Özel’in tutturduğu dildir. Buna karşılık Özdil’den gelen dirençler, tarih dışı durumlar olmaya devam ediyor. Çünkü Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda değiliz. Kaldı ki o yıllarda da bu işler doğru yapıldı mı yapılmadı mı ayrı bir tartışma konusu. Karşı taraf gördüğü seçmenlere “göbeğini kaşıyan adamlar” demişti bir zamanlar bir yazar. Şimdi de “bidon kafalılar” diyen başka bir yazar var. Bu bakış açısının tarihe gömüldüğü açık. Bugün, siyasi olarak partiler arası dengeler açısından gerek solda gerek sağda, yani merkezde, bir tür kültür savaşlarının anlamını kaybettiği ve insan merkezli bir dirilmenin yaşandığı bir dönemdeyiz.
Şekil açısından baktığımız durum şu: Bir gazeteciyle, o gazeteci kim olursa olsun, bir siyasetçi arasındaki ilişki eşit bir ilişki değildir. Yanlış anlaşılmasın hiyerarşik bir ilişki elbette değildir, insan olarak hepimiz eşitiz. Ama mesleki işlev ve fonksiyon açısından baktığımız zaman bir tarafta kuran, yapan, söylem geliştiren, diğer tarafta bunu izleyen, haber yapan ya da yorumlayan bir fonksiyon söz konusudur. Yorum fonksiyonu siyaset yapmaya doğru gittiği zaman; amaç siyasi fikir serdetmek değil, siyasi bir hedef belirlemek, siyasi bir çatışma, polemik başlatmak olduğu zaman, çok açık bir şekilde etik bir sorundan bahsetmek gerekir. Dolayısıyla Özdil’in kendisini bir siyasi genel başkanla ya da siyasi parti genel başkanıyla eşitlemesi, ona “sana gözlüğünü vereceğim, gözüne sokacağım” gibi tabirlerle hakaret etmesi kabul edilebilir bir durum değil. Bu tavır sadece Özdil’in değil, pek çok insanın sahip olduğu, tepeden bakan, küstah, küçümseyen bir bakış açısıdır. Bence burada Özdil’in temsil ettiği şeyin çapsızlığıyla, onun itiraz ettiği kültürel bir barışın anlamı da, bu tür olayları gördükçe insanlar tarafından daha çok hissediliyor sanırım.
Ali Bey, sizin de söylediğiniz gibi; bu Türkiye’de çok yaygın bir gazetecilik tipi aslında. Yani bu kadar müdahil olma isteği, yorum yapmak, bu kadar üstten konuşmak… Peki Batı’da da böyle mi?
Hayır değil ama her ülkenin geleneği farklı olabiliyor. Gazetecilik faaliyetini pek çok açıdan ele alabiliriz ama iki tane büyük eksenden bahsedecek olursak bir tanesi haberciliktir. Haber üretmektir, haberin peşinde koşmaktır. Bu temel gazetecilik faaliyetidir. Türkiye’de pek çok muhabirin “esas gazetecilik budur, geri kalan palavradır” diye bir bakış açısı da vardır ama böyle değil tabii. Kamuoyu bilgilendirmek bakımından diğer eksen daha var. Bu eksende özellikle siyasi, kültürel, sosyal olaylar bakımnıdan kritik ve yorum işlevi bulunur., Kritik yapan, eleştirel okumayı üstlenen, yorumcu fonksiyonu bulunuyor. Sanat eleştirmenleri vardır, sinema eleştirmenleri, siyaset yorumcuları, analizcileri vardır. Bunlar, haber yapmak kadar bilgileriyle, kendi alanlarına hakimiyetleriyle, çeşitli karşılaştırmalarla, çeşitli ilkelerden hareketle, gündeme ve haberlere dair okunmalar yaparlar. Mesela ben gazeteciliğimi işin yorum kısmında, analiz kısmında yaptım. Bu, dünyanın her yerinde var. Editoryaller yazılır, analizler yazılır. Bir seçim olduğu zaman, örneğin Fransa’da Figaro, Le Monde, Liberation gazetelerinde birinci sayfadan ya da kişiler bazında, yazarlar bazında analizler görebilirsiniz. Ama bizde olduğu gibi fıkra yazarlığı yoktur. Yani sabit, haftanın üç günü, dört günü, beş günü sürekli olarak yazılar yazma geleneği bizim Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk gazetelerin çıktığı dönemden, oradaki görüş çeşitliliğinden, farklı siyasi iddialardan kaynaklanan bir gelenek. Hala devam ediyor.
Bunun da birçok boyutu var. Eğlendirici, keyiflendirici yazılar yazanlar var. Bir de analitik yazılar yazanlar var. Bu, Batı’da yok ama Türkiye’de var. Bu gayet doğal. Ama surada senin sorduğun sorunun bir yönü daha var. Siyasete müdahil olmak meselesi bu yön. Yorumcular, yorum yaparken kendi siyasi ilkelerini bir siyasi mücadeleye zaman zaman çevirebiliyorlar. Türkiye gibi ülkelerde, siyasi çatışmaların çok sert olduğu, darbelerin yaşandığı, demokratik ilkelerin zayıf olduğu bir yerde, bir dizi siyasi kutuplaşmadan yorumcular da etkileniyorlar. Ben de bunlardan biriyim. Her zaman kurucu bir siyasi dilim oldu kendi yazılarımda. Dolayısıyla bu bir etik problem mi? Fikri sınırlar geçilmedikçe, iş şahsileşmedikçe, kişisel çıkarlar devreye girmedikçe, bu tür manevi hiyerarşiler eşitlenmeye kalkmadıkça (Özdil ve Özel olayında olduğu gibi) bunun makul ve geçerli olduğunu düşünüyorum. Ama şunu da söylemek lazım, bu böyle yapılıyor mu Türkiye’de? Her zaman değil. Pek çok yorumcuya baktığımız zaman, bir siyasi partinin aracı gibi hareket edenler var. Bir siyasi görüşün (bir dönemler) askerin gibi hareket edenler de oluyor.
Bu, tabii bizim ülkemizdeki bu geleneğin zayıf ve zaaf içeren noktaları diye tanımlanabilir. Ama esas olarak şunu söyleyeyim: gazetecilik, habercilik kadar yorumculuktan oluşur. Türkiye’de yorumculuk geleneği Batı’dan farklıdır. Sadece gazetelerin ürettiği bir şey değildir, okurun talep ettiği de bir şeydir. Yoksa çok genel yayın yönetmenleri, “Şu yazarlar olmasa da şu gazeteleri ne güzel yapsak” diye sık düşünmüşlerdir. Fakat bu her zaman mümkün olmuyor tabii. Açıkçası bu şekilde bakıyorum Emir, bu tartışmalara ve basınla siyasetin ilişkisine.